ŞEKER HASTALIĞINI TEDAVİDE NE KADAR BAŞARILIYIZ?

Şeker hastalığında tedavi başarısını gösteren en önemli gösterge, 3 aylık şeker ortalaması olarak bilinen HbA1c değerinin 7’nin altında olmasıdır. Yaşam boyu bu seviyeyi koruduğumuz takdirde, şeker hastalığı size hiçbir zarar vermeyecektir. Hatta bu durumda diyabet hastası olmaktan çıkıp, diyabetik bir birey olmuş olacaksınız. Yani yaptığınız diyet ve kullandığınız ilaçlar dışında, şeker hastası olmayan bir kişiden farkınız olmayacaktır. Hatta ve hatta, şeker hastalığı için hayatınızda yaptığınız olumlu değişiklikler, belki de sizi başka kötü hastalıklardan koruyacaktır.

Peki biz sağlık çalışanları, sizler hastalarımız olarak bunu yakalamada ne kadar başarılıyız. İşte bu sorunun cevabını en net şekilde veren araştırma, ulusal endokrin derneğimizin öncülüğünde yapılan TEMD çalışmasıdır (Turkish nationwide survEy of glycemic and other Metabolic parameters of patients with Diabetes mellitus). Bu çalışmada, Türkiye’de üniversite hastaneleri, eğitim araştıma hastaneleri gibi üçüncü basamak olarak nitelendirdiğimiz, daha kalifiye ve daha teşekküllü sağlık kurumlarına giden şeker hastalarının durumunu inceledik. Tip 2 şeker hastalığı olan yaklaşık 4800 kişi tarandı ve maalesef %60’ında tedavi başarısının yetersiz olduğunu saptadık. Yani hastalarımızın sadece %40’ında hedeflediğimiz tedavi başarısına ulaşmış durumdayız. Peki bu ne anlama geliyor? Şeker hastalarımızın %60’ı, yani yarıdan fazlası, şeker hastalığına bağlı gelişebilecek organ ve doku hasarı açısından risk altındadır.

Bu organ ve dokular başta göz ve böbrek olmak üzere, ayak sinirleri, kalp, beyin ve ayak damarlarıdır. Bu organ hasarları, şekerin uzun süreli kötü seyretmesi sonucu ortaya çıkar. Şeker yüksek seyrettiği takdirde, ortalama 10 yıldan sonra başlar. Bu uzun süreçte de yüksek şeker çok ciddi rahatsızlık yaratmadığı ve sinsi olduğu için, çoğu zaman insanlar bu durumu önemsemezler. Örneğin bir yerimiz ağrıdığında bir terslik olduğunu anlar, mutlaka bir hekimle görüşür ve sebebini bulup tedavi olmak için istekli oluruz. Çünkü ağrı, çok rahatsız edici bir şikayettir. Ancak ağzımız kuruduğu zaman, çoğu zaman geçiştiririz. Ağız kuruluğu, çok su içme, sık idrara çıkma, iştah artışı, çok yeme isteği, kaşıntı, halsizlik, terlemede artış gibi şikayetler varsa şekeriniz yüksek olabilir. Şeker hastası olduğu bilinen birinde, diyet yapmadığı halde kilo kaybı varsa, bu durumda vücutta artık insülinin azalmış olduğunu gösterebilir. Bu şikayetleri önemseyip mutlaka bir hekim ile görüşmelisiniz. Önce kan testleri ile şekerinizin ne kadar yüksek olduğu saptanmalı, sonra şekerinizin düzeyine, organlarınızın durumuna ve yaşam tarzınıza göre bir tedavi planlanmalıdır. Ardından verilen tedavi ve diyete sadık kalmak, düzenli kontrolleri yaptırmak sizleri bu hastalığın yol açabileceği sorunlardan koruyacaktır.

Şeker hastalığında tedavi başarısı aslında dünyada da farklı değildir. Ortalama %40’lar civarında olmakla birlikte, Almanya’da birinci basamak seviyesinde bile, yani aile hekimlerine giden şeker hastalarında bile bu oran %60’lar seviyesindedir. Ülkemizde de bu rakamları daha yukarı taşımak adına en önemli ilk adım, vatandaşlarımızın bilinçlenmesidir. Sağlıklı beslenmek, egzersiz yapmak, kişiye özel diyabet tedavisi, tedaviye uyum, düzenli kontroller ve HbA1c düzeyinin 7’nin altında olması, şeker hastalığını hastalık olmaktan çıkaracak temel unsurlardır.

14 KASIM VE İNSÜLİNİN KEŞFİ 

Tedavisi olamayan ve o zamanlar için ölümcül olan tip 1 şeker hastalığının tedavisinde mucize denilebilecek bir başarı sağlayan insülinin keşfi, 1922 yılında yapılmış ve 1923 yılında Nobel Tıp Ödülü ile ödüllendirilmiştir. Tip 1 şeker hastalığına sahip çocuklarda, 1 yıl olan insan ömrünü, en az 50-60 yıl uzatan bir ilaç olması nedeniyle, çağın en büyük tıbbi keşfi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. MÖ 3000 yılında bile şeker hastalığının izlerinin olduğu düşünüldüğünde, belki de en az 5000 yıldır insanları öldürdüğü bilenen bu hastalığın tedavisinin günümüzden 100 yıl önce bulunması, gelecek tıbbi keşifler için hekimlere, bilim adamlarına ve tüm insanlara umut ışığı olmuştur. İşte 14 kasım, insülini bulan bilim adamı olan Frederic Banting’in doğum günüdür. Tip 1 diyabet hastalarımızda mutlaka insülin tedavisi gerekirken, tip 2 diyabet hastalarımızda eğer haplar işe yaramazsa veya kan şekeri çok yüksekse, bazen geçici, bazen kalıcı olarak uygulanabilmektedir.

İnsülin, şeker hastalığını tedavi etmek için kullanılan hayat kurtarıcı bir ilaçtır. Günümüzde tedavi amaçlı olarak kullandığımız insülin ilaçları, insanlarda bulunan insülin hormonunu taklit edecek şekilde oldukça yüksek bir teknoloji ile üretilmektedir. Doğal insülin hormonu, karın içinde yer alan pankreas organı tarafından üretilmektedir. Başka hormonlarla birlikte kan şekerinin belli seviyelerde tutulmasını sağlar. Özellikle yemek yedikten sonra, pankreas daha çok insülin üreterek, besinlerle aldığımız şekerin hücrelerde kullanılmak üzere hücre içine alınmasını sağlar. Ayrıca vücudun enerjiye ihtiyacı yoksa fazla şekerin yağ dokusunda depolanmasını sağlar. Şeker hastalığında, ya insülin hormonuna karşı direnç olduğu için insülin hormonu işe yaramaz, ya da pankreas organı yeterince insülin üretemez. Neticede kan şekeri hücre içine giremediği ve depolanamadığı için yükselmeye başlar ve şeker hastalığı ortaya çıkar. İşte bu durumda, tip 1 şeker hastalarında tanı koyar koymaz, tip 2 şeker hastalarında ise haplar yetmez ise, insülin tedavisine ihtiyaç duyulur.

Şeker hastalığının bilinirliği ile ilgili ilk kanıtlara, MÖ:3000-1500 yılları dolaylarında yazıldığı tahmin edilen Mısır papirüslerinde rastlanır. Şeker hastalığı için kullanılan "diabetes mellitus" ismi ise ilk kez M.S. 2. Yüzyılda, Kapadokyada (Türkiye) yaşayan Aretaeus ve Memphisde (Yunanistan) yaşayan Appolonius tarafından kullanılmıştır. "Mellitus" Latince'de tatlı/bal anlamına gelir. Bilinirliği bu kadar eski olan bu hastalığın pankreas ile ilişkili olduğu ise 1889 yılında anlaşılmıştır. O dönemlerde yapılan hayvan deneylerinde, hayvanların pankreasını çıkardıklarında, hayvanların idrarında yoğun köpük olduğu ve bu hayvanların çok fazla idrar yaptıkları saptanmış. Bu hayvanların idrarını analiz ettiklerinde ise idrarlarında bol miktarda şeker olduğunu görmüşler. Bu deneyler, şeker hastalığının pankreas organı ile ilgili bir hastalık olduğunu göstermiştir. Bu bilgi ise, yıllar sonrasında insülinin bulunmasını ve insülinin ilaç haline getirilmesini sağlayan bilimsel araştırmaların öncüsü olmuştur. 1890 yılındaki ilk araştırmalarda, pankreas organının özütü, yutulmak suretiyle hastalara verildiğinde işe yaramadığı görülmüştür. Daha sonra 1908 yılında, dana pankreasının özütü şeker hastası olan köpeklere enjekte edildiğinde, kan şekerlerinin düştüğü görülmüştür. Bu deney üzerine bu özüt, ilaç haline getirilmiş ve hatta ilacın patenti alınmıştır. O dönemde bu yöntemle dana pankreasından elde edilen özüt, komada olan beş şeker hastasına enjekte edilmiş ve kan şekerini düşürmede başarı sağlanmıştır. Fakat hastalar, ilaca bağlı yan etkilerden kaybedilmiştir. Sonrasında ise bu ilaçla ilgili tüm araştırmalar sonlandırılmıştır.

Bu deneylerden 18 yıl sonra 1920 yılında, aslında bir ortopedi cerrahı olan Fredric Grant Banting, pankreas ile ilgili okuduğu bazı makalelerden etkilenerek insülin üzerine çalışmaya karar vermiştir. Bu makale serisini okuduktan sonra aklına gelen fikirleri eski sınıf arkadaşı ve komşusuna anlatmış ve fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Bu paylaşım, düşündüklerini uygulama konusunda onu daha da cesaretlendirmiştir. Banting yıllar sonra, o gece uyuyamadığını, sürekli makaleyi düşündüğünü anlatmıştır. Gece saat iki gibi fikrin aklına geldiği ve hemen ayağı kalkarak fikri kaleme aldığını ve uzun bir süre uyumadığını, söylemiştir. Kendisi, o dönemde Toronto Üniversitesinde fizyoloji deneylerinde eğitici görevini yürütmektedir ve insüline ilgisi bu döneme denk gelir. Bu kararını, Toronto Üniversitesi Fizyoloji kürsü başkanı ve aynı zamanda Kanada Diyabet Araştırmaları sorumlusu John James Rickard Macleod'a bildirmiştir. Başlangıçta Macleod, bu karara olumsuz yaklaşmıştı. Çünkü daha önce pankreas özleri kullanılarak yapılan yüzlerce deney, başarısız olmuştu. Ancak Banting'in ısrarı ile kabul etmiştir. Kendisine bir laboratuvar, laboratuvar ekipmanları ve 10 tane deney hayvanı tahsis edilmiş ve yardımcı olması için de fizyoloji öğrencisi Charles Herbert Best görevlendirilmiştir. Best’in, kan şekerini, idrar şekerini ve bir keton olan asetonu ölçmek için bilgisi ve eğitimi vardı. İki bilim adamı 17 Mayıs 1921'de ilk çalışmalarına başlamıştır. Ancak karbonhidrat metabolizması konusunda çok fazla bilgi sahibi olan Macleod’un deneyim, yönlendirmeleri ve planlaması bu ikilinin çalışmalarına yön vermiştir. İlk deneyleri başarısız olsa da, sonunda önemli sonuçlar elde etmeyi başarmışlardır. İlk başarılı deneyleri çok sıcak bir günde, 3 Ağustos 1921’de gerçekleşmiştir. Bugüne kadar çok yoğun çalışmışlar, ancak türlü aksaklıklar yaşamışlardı. Örneğin deney hayvanlarının büyük bir kısmını kaybetmişlerdi. Bu son deneyde, deney hayvanlarının pankreaslarını çıkarıp özüt haline getirdikten sonra, bu özütü pankreası çıkarıldığı için şeker hastası olan aynı hayvana enjekte etmişler ve sonuçta kan şekerinin düştüğünü gözlemlemişlerdir. Ancak bu özüte bağlı çok fazla yan etki olduğunu ve deney hayvanlarının öldüğünü görmüşleridir. Ayrıca elde ettikleri özütün, kan şekerini düşürmek için yeterli olmadığını ve çok fazla özüte ihtiyaçları olduğunu saptayan Banting ve Best, bu miktarı bu yolla elde edemeyeceklerini anlamışlardır. Ancak araştırmaların başında buldukları en önemli keşif, bu özütlerin hangi yolla vücuda verilmesi gerektiği olmuştur. Elde ettikleri pankreas özütlerinin ağızdan veya diğer yollardan etki etmediğini, yalnızca damar içine ve cilt altına verdiklerinde kan şekerini düşürebildiklerini fark etmişlerdir. Bu gelişmeler üzerine Macleod'ın daveti ile araştırma ekibine, oldukça başarılı ve deneyimli bir araştırmacı olan biyokimya kürsü başkanı James Bertram Collip de dahil olmuştur. Bu ekip, uzun süren çalışmalar neticesinde daha saf, daha steril bir özüt elde etme yolunda oldukça büyük bir aşama kaydetmişler ve özütü insanda deneme kararı almışlardır. Toronto Hastanesinde yatmakta olan, 14 yaşında, genel durumu oldukça kötü olan, Leonard Thompson isminde bir şeker hastası üzerinde deneme kararı alınmıştır. Hastanın babasından izin alınmak istendiğinde, oğluna sorulmasını ve onun karar verebilecek yaş ve olgunlukta olduğunu bildirmiştir. Leonard Thompson'a ilacın ilk kez insanda deneneceğinin ve sonuçların olumsuz olabileceğinin bilgisi verilmiştir. O zamanlar için ölümcül ve çaresiz bir hastalık olan şeker hastalığında maalesef beklenen son ölümdür. Leonard Thompson da bunu biliyordu ve tüm riskleri alarak tedaviyi kabul etmiştir. Leonard Thompson, insülinin insanlar üzerinde ilk kez başarıyla denendiği diyabet hastası olarak tarihe geçmiş 14 yaşında bir gençtir. Bu ilk deneme 11 Aralık 1922 tarihinde yapılmıştır. Bu özüt Leonard Thompson’a enjekte edilmiş, ancak safsızlık nedeniyle ciltte enfeksiyon gelişmiş ve yeterli sonuç alınamamıştır. Daha sonra, James Collip'in katkısıyla insülin özütünü daha saf hale getirdikten sonra, 23 Ocak 1922’de Leonard’a yeniden insülin enjekte edilmiş, bu kez kan şekeri hızla düşmüştür ve Leonard’ın sağlığı gözle görülür şekilde iyileşmiş ve birkaç gün içinde kilo almaya başlamıştır. Bu başarı, insülinin diyabet tedavisinde kullanılabileceğini gösterirken ve Leonard Thompson, bu tarihten sonra insülin tedavisi alan ilk diyabet hastası olarak tarihe geçmiştir. Leonard Thompson, 1922’de insülin tedavisine başladıktan sonra yaklaşık 13 yıl daha yaşamış ve 27 yaşında 1935 yılında hayatını kaybetmiştir. İnsülinin keşfi, ona ve o dönemde Tip 1 diyabet teşhisi konmuş birçok hastaya umut ve yaşama şansı sağlamıştır. Leonard, insülinin bir tedavi olarak ilk kez başarılı şekilde uygulanmasının ardından uzun bir yaşam süremese de bu tedavi, diyabet hastalarının yaşam süresini ve kalitesini önemli ölçüde artıracak devrim niteliğinde bir buluş olarak kabul edilmiştir. Özüte, Latincede 'ada' anlamına gelen 'insula' kelimesinden köken alan insülin ismi verilmiştir.

Neticede tedavisiz bir hastalıkta veya insan ömrünün en fazla 1 yıl olduğu bir hastalıkta, mucize denilebilecek bir başarı sağlanmıştır. İnsülinin keşfi, 1923 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü ile ödüllendirilmiştir. Ödül Banting ve Macleod'a verilmiştir. Banting ödülü yardımcısı Best ile Maclead ise Collip ile paylaşmıştır. İnsülinin patenti ise 1 dolar karşılığında Toronto Üniversitesi'ne satılmıştır. Özellikle tip 1 şeker hastalığına sahip çocuklarda, insan ömrünü belki de onlarca yıl uzatan ve normal ömrünü yaşamasına müsaade eden tek ilaç olması nedeniyle, çağın en büyük tıbbi keşfi olduğu söylenebilir.

"Eli Lilly and Company", Eli Lilly tarafından 1876 yılında kurulmuş, ABD merkezli bir ilaç şirketidir. Toronto Üniversitesi ve Eli Lilly arasındaki bir ortaklık yapılmış ve Lilly ilaç şirketi kaynakları kullanılarak, dünyanın ilk ticari insülinini piyasaya 1923 yılında sürülmüştür. İnsülin için ilk ABD patent başvurusu 3 Haziran 1922'de Collip ve Best adına yapılmıştır. Bu arada, Fizyoloji alanında Nobel ödülü olan zoolog August Krogh ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı olan ve aynı zamanda şeker hastası olan eşi Marie Krogh, Amerika'ya giderek Macleod'un laboratuvarını ziyaret etmişlerdir. Toronto üniversitesinden insülin üretimi için onay alarak, Danimarka'ya döndükten sonra Nordisk laboratuvarını kurmuş, iyi bir finansal destekle birlikte insülin çalışmalarına başlamışlardır. Kısa sürede sığır pankreasından insülin elde etmeyi başararak, seri üretime geçmişlerdir.

 

İnsülini keşfeden bilim adamlar:

 

Fredrick G. Banting (1891-1941) 

John J.R. MacLeod (1876-1935)

Charles H. Best (1899-1978)

James B. Collip (1892-1965)

İNSÜLİN TEDAVİSİNİN DÜNÜ-BUGÜNÜ

İnsülinin 2023’de keşfinden sonra, insülin araştırmaları tabi ki bu kadarla kalmadı. İnsülin üretim teknolojileri hızla gelişti. Çok yakın zamanlara kadar yeni insülin tedavileri geliştirildi ve halen daha geliştirilmeye devam etmektedir. İnsülin, ilk yıllarda sığır ve domuz pankreasından elde edilmekteydi. Mezbahalarda hayvanların kesimi sırasında pankreasları alınarak hemen donduruluyordu, daha sonra laboratuvarda çözdürülüp birtakım muameleler neticesinde insülin elde edilmekteydi. Her ne kadar tedavi başarılı olsa da elde edilen özütün %80-90'ı insülin iken, gerisi pankreasın diğer parçalarını içermekteydi. Etkili olmakla birlikte saf olmadığı için şeker ayarlayıcı etkisi çok başarılı değildi ve bazı yan etkiler ortaya çıkıyordu. İlk bulunan insülinlerin etkisi cilt altına enjekte edildikten bir saat sonra başlamakta ve 4-6 saat devam etmekteydi. Bu insülin, “kristalize” veya “regüler insülin” olarak adlandırıldı. 1936 yılında Hagedorn ve Jensen insülin etki süresini uzatmayı başardı. Etkisi 2-4 saatte başlayan ve 6-10 saat devam edebilen NPH insülin üretildi ve 1946 yılında kullanılmaya başlandı. Daha sonra Scott ve Fisher etkisi 1-2 saatte başlayan ve 10-15 saat devam eden Lente isimli insülini ürettiler ve 1953 yılında kullanılmaya başlandı. Kullanılan sığır insülinlerinde 3 aminoasit, domuz insülinlerinde ise 1 aminoasit, insan insülininden farklıydı. Bu farklılık bağışıklıkla ilgili bazı problemlere yol açıyordu. 1980'li yıllarda domuz insülininden, insandakinden faklı olan bir aminoasit çıkarılarak yarı sentetik insan insülinleri elde edildi. Ardından 1980'li yıllarda genetik bilimindeki gelişmeler neticesinde ileri teknikler kullanılarak, içlerinde en az %99,5 oranında saf insan insülini bulunan, hayvan pankreası kullanılmadan tamamen laboratuvarda üretilen, tam sentetik insülinler üretildi ve günlük tedavide kullanılmaya başlandılar. Bu insülinlerde bağışıklıkla ilgili problemler çok daha az görülse de şeker ayarlamada ki başarısı hayvan insülinleri ile benzerdi. Bu insülinler de hayvan insülinleri gibi normal sağlıklı bir insanın pankreasından üretilen insülin hormonunun günlük salgı ritmini taklit etmede başarısızdı. Bunun üzerine, insan insülininin protein yapısını oluşturan aminoasit dizsinde değişiklik yaparak "analog insülin" denilen son teknoloji insülin ilaçları geliştirildi. Analog insülinlerin bulunuşu, insülin tedavisinde önemli bir kilometre taşı olmuş ve yeni bir dönemin kapılarını açmıştır.

 

İlk olarak hızlı etkili analog insülinler geliştirildi. Bu insülinlerin etkisi enjeksiyondan 5-15 dakika sonra başlıyor ve 3-4 saat sürüyor, her öğünden önce yapılıyor, tokluk kan şekerini neredeyse normal seviyelere kadar düşürüyor ve etkisi bir sonraki öğünde kayboluyor. Bu haliyle adete şeker hastası olmayan birinin insülin etkisini taklit edebilir hale geldik. Hem daha iyi şeker ayarlaması yapabildiğimiz gibi, hem de aşırı şeker düşmesi yan etkisi daha az görülür hale geldi. Tokluk şekerini düşürmede etkili olan bu insülinlerle elde edilen başarı, açlık şekerlerini ve gece boyu şekerini düşürmek için kullanılan insülinlerle elde edilememişti. NPH insülinin etkisi en fazla 10 saatte, Lente insülinin etkisi ise en fazla 15 saatte bitiyordu. Günde tek doz yetmiyordu. Ayrıca bu insülinler, normal pankreas açlık insülin salgısını taklit etmekte başarısızdılar. Enjeksiyon yapıldıktan sonra hem etkisi geç başlıyordu hem de belli bir süre sonra gereğinden fazla etki gösteriyordu. Bu da gün içinde veya gece aşırı şeker düşmelerine neden oluyordu. Bu ihtiyaç üzerine yine genetik teknikler kullanılarak 24 saat kadar etki eden, günde tek doz yapılan, aşırı şeker düşme riski daha az olan uzun etkili analog insülinler üretildi. Bu insülinler, enjeksiyondan 1 saat sonra etki gösterip, etki süresi 24 saate kadar uzamaktadır ve günde bir kez yapılmaktadır. Tüm dünyada ve ülkemizde kullanılan iki çeşit uzun etkili analog insülin vardır. İnsülin gelişmeleri bununla da bitmedi. Özellikle gece şeker düşmelerine daha az yol açan, daha etkili şeker düşmesi sağlayan ve şeker dalgalanmalarının daha az görüldüğü ultra uzun etkili analog insülinler üretildi. Bu insülinlerin etkisi 2 saatte başlamakta, yaklaşık 40 saat sürmektedir ve günde bir kez yapılmaktadır. Tüm dünyada kullanılan iki çeşit ultra uzun etkili analog insülin vardır. Ülkemizde ise birisi mevcut olup, diğeri hızlı etkili insülinle karışım halinde mevcuttur. Ayrıca orta etkili insülinler, uzun etkili insülinler ve ultra uzun etkili insülinlerle, kısa etkili ve hızlı etkili insülinlerin karıştırıldığı, karışım insülinleri olarak isimlendirilen insülinler de bulunmaktadır. Bu insülinler de daha az sayıda enjeksiyon ile kan şekerini ayarlama şansı sunmaktadır.

En yakın zamanda geliştirilen, klinik araştırmaları başarılı olan ve etkiye başlama süresi çok kısa olan insülinler arasında ultra hızlı etkili insülinler (UHEİ) sayılabilir. UHEİler yemekten hemen önce ya da yemek sonrası alınabilen, şeker kontrolü hızlı ve etkili bir şekilde sağlayan insülin analoglarıdır. Bu insülinlerin mevcut kullandığımız hızlı etkili insülinlere avantajları, yemek sonrası hiperglisemiyi azaltması, daha esnek bir uygulama zamanı sunması ve kan şekerinde ani düşüş (hipoglisemi) riskini azaltmasıdır. Bu insülinler, FDA ve EMA gibi düzenleyici kuruluşlardan onay almıştır ve birçok ülkede kullanılmaktadır. ABD, bazı Avrupa ülkeleri, Kanada, Avustralya ve Japonya gibi ülkelerde reçeteyle temin edilebilmektedir​. Geri ödeme kapsamı ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Örneğin, Almanya ve İskandinav ülkelerinde sigorta kapsamına alınmıştır. Ülkemizde henüz yoktur.

 

Diğer yakın zamanda geliştirilen insülinler ise haftalık yapılan uzun etkili insülin analoglarıdır. Bu insülinler ile günlük bazal insülin ihtiyacının, haftada bir uygulamayla karşılanması hedeflenmektedir. Özellikle Tip 2 diyabet tedavisinde etkili olduğu gösterilmiştir. Klinik çalışmalarda, bu insülinlerin günlük bazal insülinlere kıyasla benzer şeker kontrolü sağladığı ve tedaviye uyumu artırabileceği bildirilmiştir​. Haftada 7 enjeksiyon yerine bir enjeksiyon yapma avantajı vardır. Bu da hem tedavi yükünü hem de hastanın tedaviye uyumunu artırabilecek bir özelliktir. Bu insülinler şu anda birçok ülkede klinik çalışmalarda değerlendirilmiş veya belirli ülkelerde onaylanmıştır. ABD, Kanada ve Avrupa'da onay süreçlerinden geçmiş ve klinik kullanımda yerini almıştır. Bununla birlikte, geri ödeme kapsamında olup olmadığı ülkelere göre değişmektedir. Bir diğer yeni insülin, astım ilaçlarında olduğu gibi, solunum yolu ile akciğerlerden emilen insülin ilaçlarıdır. Ancak şimdilik kullanımının önünde bir takım engeller bulunmaktadır.

 

İnsülin ilacında ki bu gelişmeler yanı sıra, insülini cilt altına enjekte etmek için kullanılan cihazlarda da büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Önceleri şişelerden enjektörlere çekilerek kullanılan insülin tedavisinin yerini, basit ve pratik insülin kalemleri almıştır. İğnelerin uzunluğu ve kalınlığı azalmıştır. Ayrıca özellikle tip 1 şeker hastalarında kullanılan, "insülin pompası" olarak isimlendirilen cihazlar 1970'li yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Bu cihazların içine konulan insülin, cihaza bağlı bir kablo yardımı ile cilt altına yerleştirilen bir iğne aracılığı ile devamlı olarak cilt altına iletilmektedir. Cihazın yazılımı ile anlık insülin dozu değişikliği yapılabilmektedir. Bu cihazlar özellikle oynak şeker olarak nitelendirilen, şeker hastalarında tercih edilmekte ve oldukça başarılı kan şekeri ayarlaması sağlanabilmektedir. Bu cihazlara son yıllarda "sensör" denilen ikinci bir cihaz eklenebilmekte ve anlık kan şekeri ölçümü yapılabilmektedir. Böylece parmaktan şeker ölçümüne gerek kalmamaktadır. Bu gelişmelerin nihayetinde ise "akıllı pompalar" olarak isimlendirilen, kan şekerini ölçen, şeker yükselmesi durumunda otomatik olarak ek doz insülin enjekte eden ve hatta şeker düşmesi durumunda insülin enjeksiyonunu kesen pompalar kullanıma girmiştir. Ülkemizde de hali hazırda kullanılmaktadır ve hastaya büyük kullanım kolaylığı ve konfor sağlamaktadır. İnsülin pompasından farklı olarak hem insülin hem de glukagon denilen kan şekerini yükselten hormonu birlikte vererek kan şekerini ayarlamayı hedefleyen "biyonik veya yapay pankreas" olarak isimlendirilen sistemlerle ilgili çalışmalar devam etmektedir.

 

Pankreas ve adacık hücre nakli ise seçilmiş nadir hastalarda, bu konularda deneyimli merkezlerde yapılmaktadır. Özellikle böbrek yetmezliği gelişen hastalarda böbrek ile pankreas nakli birlikte yapılabilmektedir. Öte yandan pankreas nakli oldukça zahmetli ve istenmeyen olumsuz etkilerinin çokluğu nedeniyle yalnızca seçilmiş genç hastalarda tercih edilmektedir. Adacık hücre nakli ise son 30 yılda hız kazanmıştır. Deneyimli, gelişmiş merkezlerde yapılan adacık nakli ile 2-5 yıl kadar insülinsiz yaşam sağlanabilmektedir. Bu süre sonunda ise tekrar dışarıdan insülin ilacı ihtiyacı oluşmaktadır. Pankreas nakline göre daha pratik bir yöntem olsa da, insülin üreten hücreleri vericiden almak da çok kolay bir işlem değildir. Sonrasında da bu hücreler vücuttan atılmasın diye verilen bağışıklık baskılayıcı ilaçlara bağlı yan etkiler önemli bir sorun teşkil etmektedir. Bu tür handikapların önüne geçmek için hastanın kendisinden alınan kök hücrelerle tedavi için yapılan çalışmalar halen devam etmektedir. Bu konuda en son bildirilen bir vaka raporunda, Çin’de yapılan başarılı bir kök hücre nakli duyurulmuştur.

 

Bu vaka 25 yaşında, Çin’de Tianjin’de yaşayan tip 1 diyabeti olan bir kadındır. Nakilden önce günde 54 ünite insülin kullanırken, programlanmış kök hücre naklinden 2,5 ay sonra kendi insülinini üretmeye başlamış ve insülin tedavisi tamamen kesilmiştir. Bu vakada, ilk kez tip 1 diyabetli bir hastanın kendi kök hücreleri kullanılmıştır. Haziran 2023'te, yarım saatten az süren bir operasyonda, yaklaşık 1,5 milyon adacık eşdeğeri hücre hastanın karın kaslarına enjekte edilmiştir. Daha önce, kök hücreler karaciğere nakledilirken, karın bölgesi ilk kez kullanılmıştır. Karın bölgesine yerleştirerek, manyetik rezonans görüntüleme kullanarak izlenebilir olması sağlanmış ve aynı zamanda olumsuz bir durumda, gerekirse kolayca çıkarabilir durumda olması planlanmıştır. Bu vakada insülin üretimi bir yıldan uzun bir süre korumuştur. Kan şekeri seviyeleri günün %98'inden fazlasında, hedef aralıkta kaldığı gözlenmiştir. Bu sonuçlar oldukça dikkat çekicidir ve diğer hastalara da uygulanabilirse, tip 1 diyabet tedavisinde devrim niteliğinde olacak gibi görünmektedir. Ancak tabi ki daha fazla veriye ve daha çok insanda tekrarlanmasına gerek vardır. Ayrıca, hastayı iyileşmiş olarak kabul etmeden önce beş yıla kadar insülin üretip üretmeyeceğini beklemek gerekmektedir. Öte yandan ilk başarılı deneme olan bu hasta, daha önceden yapılan karaciğer nakli için zaten bağışıklık baskılayıcı ilaçlar almaktadır. Kök hücre naklinden sonra da karaciğer için bu ilaçlara devam edilmiştir. Dolayısı ile bu ilaçların kesilmesi durumunda nakledilen kök hücrelerin akıbetinin ne olacağı, reddedilip edilmeyeceği bilinmemektedir. İlk yapılan bu vaka ile birlikte aynı merkezde yapılan diğer iki vaka ile elde edilen olumlu sonuçlar ise bu konudaki kaygıları azaltacak gibi görünmektedir. Çinli bilim adamlarının bildirimine göre diğer iki katılımcının sonuçlarının da “çok olumlu” olduğunu ve Kasım 2024’de bir yıllık süreye ulaşacaklarını, ardından denemeyi 10 veya 20 kişiye daha genişletmeyi planladıklarını söylemişlerdir. İşin yüksek maliyeti ise diğer handikaptır. Ancak şüphesiz ileride olumlu sonuçlar elde edilirse, maliyeti ucuzlatacak çalışmalar yapılacaktır. Bu yöntemler ilk olarak yaklaşık yirmi yıl önce Japonya'daki Kyoto Üniversitesi'nde Shinya Yamanaka tarafından geliştirilmiştir. Çinli bilim adamları ise yöntemi daha fazla geliştirerek ve değiştirerek uygulamışlardır. Yamanaka'nın yaptığı gibi gen ifadesini tetikleyen proteinler tanıtmak yerine hücreleri küçük moleküllere maruz bırakmışlardır. Bu üç tip 1 diyabetli vaka dışında yine Çin, Şangay’da, 59 yaşında tip 2 diyabeti olan bir erkek hastaya daha, kendinden alınan kök hücrelerle yapılan başarılı bir kök hücre nakli daha bildirilmiştir. Bu konuda gelişmeler oldukça paylaşmaya devam edeceğim